‘Masum Değiliz Hiç Birimiz” – Faysal Soysal ile Söyleşi – Hilal Turan

Faysal Soysal: Masum değiliz hiç birimiz

Konuşan: Hilal Turan

Üç Yol’dan sonra ikinci uzun metrajınız Ceviz Ağacı filminizi, sinemaseverlerle buluşturdunuz. Kadına karşı şiddetin gündemde yoğun olarak yer aldığı bir dönemde aslında, şiddeti çok farklı yönleriyle ele alan bir filmle karşı karşıyayız. Bize biraz hikayenin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz?

İlk fikrin ya da hikayenin ortaya çıkmasından filmin çekimine kadar çok uzun bir süre geçti aslında. Yaklaşık 4 yıl bu fikir ve senaryo ile boğuştum diyebilirim. Bir sahaf dostum ‘Dünya Edebiyatında Caniler’ adlı kitabı hediye etmişti bana. Orada karısını öldürüp gece karanlığında gömmek zorunda kalan bir kahraman vardı. Kitaptaki o kısım beni çok etkilemişti. Özellikle Üç Yol filmimde de izlerini anlatmaya çalıştığım, tüm dünyanın gözlerin önünde gerçekleşen Srebrenitsa soykırımı da hikayeyi şekillendirme sürecimi derinden etkiledi. Senaryo üzerinde çalıştıkça bir adamın karısını öldürme fikri yerine, işlemediği bir suçu kabul etmek zorunda kalan zayıf ve sinik bir karakter bana daha sevimli gelmeye başladı. Böylece filmin baş karakteri Hayati, tanık olduğu bir cinayete sessiz kaldığı ve itiraz edemediği için kendine ceza veren pasif bir kahramana doğru evrildi.

Ceviz Ağacı’nın öyküsünü anlattığı, geçmişin yüküyle, toplumsal beklentilerin ağırlığı arasında bocalayan genç yazar Hayati için edebiyat kaçış mı yoksa travmalarıyla yüzleşme-iyileşme alanı mı?

Aslında Türkiye’nin meselesi diye tanımlamaya çalıştığım bir çukurun içinde Hayati. 20. yüzyıldaki Türk aydınlarının ve sanatçılarının meselesi ile aynı derdi ve ıstırabı yaşıyor. Hayalleri var, rüyaları var ama öyle bir geçmiş ve toplumsal baskı ve beklenti ile karşı karşıya ki bağımsız olamıyor. Fakat verilen görev ve ödevleri de tam olarak yerine getiremiyor. Zira bu ödevler onun toprağına, mayasına yabancı ödev ve sorumluluklar. Aslında Hayati, ikircikli modernleşme sancısını tabiri caizse sırtında taşıyan Türk aydınının temsili niteliğinde. Türk edebi birikimi, özellikle de Türk şiiri o kadar güçlü ki, bütün bu modernlik hesaplaşmaları ülkemizde bir tek bu alanda verilebilmiş. Haliyle Hayati de burada bu güvenli alanda soluk alabiliyor, bir tek burada biraz kendi olabiliyor. Yazdıkça belki iyileşecek ama şimdi o da Oğuz Atay’ın memleket meselesi gibi, Selim Işık gibi tutunamayışın bedelini ödemekle mükellef. O yüzden tutuk, iktidarsız, yaralı ve babasız… Yazarsa, yaratırsa, doğurabilirse iyileşecek tabi. Öncelikle kendisi iyileşecek. Sonrasında da belki eserlerine ulaşabilirsek biz de iyileşeceğiz.

Ceviz Ağacı, toplumun kılcallarına kadar uzanan şiddetin çok da konuşmadığımız bir yüzüne odaklanıyor: Birey olarak her birimizin (belki şiddeti eleştirenlerin de) bu şiddetin bir parçası olduğumuza, onun çoğalmasına isteyerek veyahut istemeden katkıda bulunduğumuza. “Masum değiliz hiç birimiz” mi diyor Ceviz Ağacı bize?

Evet tam olarak bunu söylüyor. Şiddete en fazla karşı olduğunu söyleyenler, şiddeti mesele edip başkasını yargılamaya çalışanlar, ahkam kesenler aslında bilerek ya da bilmeyerek artan toplumsal şiddete odun taşıyorlar. Ama Hayati gibi kenara itilmiş, erkekliği ve gücü geçmişin yükü ya da anın beklentileri yüzünden elinden alınmış, toplumun en zayıfı, en fakiri, en garibanı bir karakter ise merhamet duygusunu hala kaybetmediği için hepimizin günahını ve suçunu göğüsleyebilir ve bizi arındırabilir. Yeter ki bir an gelip de iradesini gösterme cesaretini yakalasın ve kaderin ona çizdiği bu kısır çemberin kendisi için bir ceza değil belki de lütuf olduğunu kavrayabilsin. Çünkü onun eleştirdiği otorite ya da iktidar değil ki! O kendini ve kendi yazgısını sorguluyor. Bu yönüyle de klasik darbe ve sistem karşıtı filmlerden ayrılıyor Ceviz Ağacı; başka bir yerden empati kurarak şiddet uygulayıcılarını aynaya bakmaya çağırıyor. Bakın gelecek nesli ve çocukları ne hale getirdik diye özeleştiri yapmaya çağırıyor.

Ceviz Ağacı odağını, erkeklerin şiddetinden, aslında belki erkekleri daha fazla ezen ve toplumsal olarak inşa edilen “erkeklik şiddeti”ne kaydırıyor. Hatta şiddetin kadın kurbanı olan Yaprak’ın bile Hayati’yi iktidarsızlığından ötürü suçlamalarında, bu “erkeklik” söylemini kullandığını görüyoruz. Bir biçimde hepimiz bu söylemin kurbanı mıyız yoksa hiç fak etmeden kullandığımız gündelik dillimizle azmettirici rolünü mü üstleniyoruz?

Dünyanın bir küçük hali olan bu kasabada yasa haline gelen güç-erk ve güçlü-erkek anlayışına ve yasasına uygun yaşamıyor-yaşayamıyor Hayati. Çünkü bir sanatçı olarak Şiir Okuma Kılavuzu’nda tanımlanan biçimiyle “bir şeyi eksik bir şeyi fazla” olan şair sınıfından. Eksiği, toplumun ondan ve herkesten, özellikle erkeklerden/güçlülerden beklediği tepkiyi yani şiddeti göstermiyor/gösteremiyor oluşunda. Fazlası ise, küçücük bir olay karşısında bile tepki gösteremese de kendini toplumun her ferdinden daha fazla duyarlı ve sorumlu hissetmesi, bunun sonucunda da kendini yaralaması.

Hayati, herkesten farklı olarak, sadece yapmadıklarından, görüp de ses çıkarmadıklarından da mesul olduğunu düşünüyor. Çünkü biz yaptıklarımızla değil yapmadıklarımızla diğer canlılardan ayrılıyoruz. İrademizle, bile isteye yapmadıklarımız, mesela bizden zayıf birini ezebilecekken bundan sakınmamız, kadın olalım ya da erkek hiç fark etmez; bizi, insan olarak diğer canlılardan ayrı bir konuma taşır. Belki de bizzat onlardır bizi hakikate yaklaştıran. Tam da bu nedenden filmde gerçekleşen cinayete polisiye bir yaklaşım görmüyorsunuz. Çünkü katilin de kadının da aslında kim oldukları önem taşımıyor artık.

Hayati, ‘Evet, ben öldürdüm.’ diyor. Önemi var mı kimin öldürdüğünün? Bir bedel ödemek istiyor Hayati. Hepimiz adına. Yapmadıklarımız ve ses çıkarmadıklarımız adına bir bedel. Dolaylı bir ders bu bize…

Her birimizin gündelik hayatımızda, kasabadaki o kahvehanede, hatta belki kadın günlerinde, iç içe olduğumuz, sıradanlaştırdığımız şiddetle yüzleşmemizi öneriyor bize film. Katilin kim olduğuna odaklanmamasını, şiddetin anonimliğinin bir sembolü olarak düşünebilir miyiz?

Şiddet tarih boyunca var. Tıpkı sevgi gibi. Bizler insan olarak şiddetin yerine sevgiyi ikame etmek için türlü yöntemler, icatlar üretmişiz.  İnsan gök ile yer arasında yaratıldığı için ruhunda hem iyilik hem kötülük mündemiçtir. Tabi ki iyiliği ortaya çıkarmak emek, gayret ve özveri ister. Şiddet göstermek kolay olandır. Bizler bazen şiddet göstermesek de fark etmeden onun bir parçası olabiliyoruz. İvan Karamozof babasını öldürmedi ama hep öldürmek istedi. Tıpkı Hayati’nin Yaprak’a karşı duyduğu his gibi. Sırf bu histen dolayı o da Karamazof gibi kendini suçlu hissediyor. Bugün yaşadığımız sıcak yuvalarımızda, haber izlerken Roboski’deki çocukları görüyoruz, Suriye savaşından kaçan çaresiz mültecileri izliyoruz, Yemen’de açlıktan kırılan milyonlarca çocuğun haberini seyrediyoruz, Afrika’daki fakirliği görüyoruz. Bir tuşla bir diğerinden diğerine geçiyoruz. Bu yönüyle şiddetin adresi tabi ki yok. O kasaba izlediğimiz dünyanın küçük bir prototipi. Kasabadakiler ne kadar istese de ya da seyirci olarak biz ne kadar öyle adreslendirmek istediysek de Hayati katil değil, maktul de Yaprak değil; ama vicdanımızda her gün görüp de ses etmediğimiz her tür şiddetin yankısı var orada. Vicdanımıza dönerek onu bulmak ve anlamlandırmak bizim görevimiz.

Hayati’nin iyileşmesi aslında darbe döneminde sessiz kalan ve sonrasında bu yükü taşıyamadığı için canına kıyan “Baba’sının suskunluğu”yla yüzleşmesiyle başlıyor. Bu bağlamda filmde, toplumsal ve bireysel şiddetin kaynağı olarak, darbe dönemlerinin merkezi bir noktaya oturduğunu söyleyebilir miyiz? Babalarımızın bedeli ödenmemiş sessizliklerinin kurbanı mı Hayati? Ya da şöyle soralım: Uçmasına engel olan dev kanatları nedir Hayati’nin?

Savaşlar, darbeler, soykırımlar etkileri ve travmaları yıllar süren olgular. Bunlar hem toplumsal hem de derinlerde gizli gizli söylediğiniz gibi bireysel şiddetleri besliyor. Bizim gibi Orta Doğu toplumlarına baktığımızda aslında bireysel şiddetlerin birçoğunun geçmişten kalan, ödenmeyen hesaplardan kaynaklandığını söylemek mümkün. Hepsi olmasa da büyük kısmı oradan kendine yol bularak gün yüzüne çıkıyor. Hayati’ye geldiğimizde ‘babasının ödenmemiş sessizliğinin kurbanı mı?’  Hem evet hem hayır. Hayati bir kurban, evet, çünkü babasının hiçbir açıklama bırakmadan intihar etmesi ve onu bir başına bırakması, geleceğini -tıpkı ceviz ağacındaki gibi- kurutuyor. Orada babasının ipe astığı aslında bir yandan da Hayati’nin bütün güç öğelerini de sembolize eden erilliği, cesareti, özgüveni, konuşma yeteneği vs… Bu yönüyle babasından kalan bu miras Albatros’un ağır kanatları gibi onda büyük bir yük ve uçmasını engelliyor. Peki Hayati bir kurban mı? Hayır, çünkü uçan bütün kuşlar özgürlüğe uçmuyor. Pisliğe, hırsızlığa uçan kuşlar da var. Belki de hakikate ancak bu ağır kanatlarla uçabilecek Hayati. Yeter ki bundan utanmayıp kanatlarını çırpsın. Yine burada Atay’ın Türkiye’nin yaralı ruhuna ait tasvirlerini hatırlayacak olursak ironik bir şekilde aslında babanın bıraktığı bu miras; yani zulüm karşısındaki sessizlikten dolayı duyulan vicdan azabı sonucu intihar mirası, Hayati’ye aslında bir çıkış yolu oluyor. Bunu öğrendiğinde Hayati, bütün zayıflığının, sinikliğinin, güçsüzlüğünün, iktidarsızlığının altında nasıl bir gücün, onurun, izzetin ve şerefin yattığını da keşfediyor. İşte bu çirkin kanatları sevip onlarla uçmayı denediğinde farklı dünyalar keşfediyor Hayati.

Üç Yol filminde olduğu gibi bu filmde de “rüyalar”, karakterin gelişiminde önemli bir rol oynuyor. Hayati’nin iktidarsızlığı, Babasıyla yüzleşmesi rüyalar aracılığıyla oluyor. Rüya sinema için ne anlam ifade ediyor sizce?

Hazır, verili hikaye anlatımı, gerek Aristoteles’ten bize kalan yapı gerekse modern dönemdeki tecrübelerle farklı boyutlar kazanan anlatı matematiği bana çoğu zaman ruhsuz, hazır bir reçete gibi geliyor. İçimdeki duyguları onlarla karşılayamadığımı görüyorum. O yüzden bilinçaltına daha fazla nüfuz edebilen ve Tarkovski’nin, Bergman’ın ve Parajanof’un filmlerini biricikleştiren rüya sekanslarını tercih ediyorum. Tabi bu yöntemi çok fazla tecrübe etmek de bugün geldiğim noktada bazen fazla ezberci ve tekrar geliyor bana. Bu sebeple aslında Ceviz Ağacı’nı yazarken kendime şöyle bir söz vermiştim; bu filmde rüya sahnesi olmayacak! Gel gör ki sinemada doğrudan-göstermeci bir dili sevmediğim için Hayati’nin iktidarsızlık probleminin çözülüşünü ancak bu şekilde tasvir edebildim. Aynı şekilde sinemada flashback’i de pek sevmem. Hayati’nin çocukluğundaki o travmayı diyalogla da geçiştiremezdim. Bu sebeple rüya ve flashback arasında bir yöntem keşfettim, ki sanırım Türk Sinemasında o sekansın benzeri bir sekans yoktur. O sekansın sonunda somut olarak açıklayamayacağımız, ancak rüya mantığına başvurduğumuzda bizim için anlamlı olabilecek bir detay vardır mesela. Babasının kendini astığı ip, kapının girişindedir. Polisler gelmeseydi Hayati kendini asacak mıydı? Orada ne işi var onun? Bilmiyoruz ama çağrışımları bizi alıp götürüyor.

Filmin merkezine yerleşen ceviz ağacı, Hayati’nin çocukluk travmalarıyla iyileşme sürecinin sembolü mü?

Ceviz ağacının gördüğü şeyi unutmadığına inanılır. Ezberler ve gövdesine kaydeder, denir. Bizim ceviz ağacı aslında Hayati’nin asla unutamadığı, peşini bırakmayan, babadan kalma bir yazgıyı nakşetmiş bedenine. Kendini de bununla kurutmuş böylece. Hayati, işte o yazgıyı, yani kendi üzerine de sinen, kemiklerinde ve ruhunda sürekli hissettiği yazgıyı söküp atmak istiyor sürekli ama bunu Çehov formülüyle yapmıyor. Yani gösterilen tüfek patlayacak diye ağacı kesmiyor. Tersine  o ağacı yeşertmeye çalışıyor. Ağaç eğer tomurcuk verirse demek ki bedenindeki o ağırlıkları unutmuş ve sindirmiş olacak; ama yaşanan bir şey nasıl havaya karışmıyor ve unutulmuyorsa Hayati’nin de peşini hiçbir zaman bırakmıyor bu yazgı. Öyle ki Hayati de tıpkı o ağaç gibi her şeyi sadece izleyip bedenine kaydediyor ama bir tepki vermiyor. Ne zaman ki bir tepki verebilecek, en azından şahidi olduğu bir cinayetten dolayı kendi vicdanını teskin etmek için bir mesuliyet ve ceza almayı göze alacak, işte o zaman bir ödül olarak ceviz ağacı da gülümsüyor ve diriliyor.

Ceviz Ağacı aynı zamanda ilk Türk-İran ortak yapımı bir film. Bize biraz yapım sürecinden de bahsedebilir misiniz filmin?

Ben sinema yüksek lisansımı Tahran Sanat Üniversitesi’nde yaptığım için orada sinema camiasından çok iyi sanatçılarla tanışmış ve arkadaşlıklar kurmuştum. Filmin çekimleri bitince, post prodüksiyon desteğine ihtiyacım oldu. İran’da Farabi Sinema Kurumu ortak yapım desteği açınca oraya başvurdum. Senaryoyu çok beğendiler ve sanırım Fransız bir yapımdan sonra ilk ortak oldukları film benim filmim oldu. Tabi İran’ın ekonomik durumundan dolayı nakit para verme yerine post-prodüksiyon aşamasında dilediğim sanatçılarla çalışmayı teklif ettiler. Farabi adına Ali Noori Oskouei benim ortak yapımcım oldu ve oradaki post-prodüksiyon sürecini yönetti. İran sinemasının en iyi kurgucularında olan Mostafa Khergepoush ile çalışma fırsatı elde ettim ki benim için çok önemli ve verimli bir deneyimdi. Yine Makhmelbaf ve Hatemikiya gibi büyük yönetmenlerin filmlerinin ses tasarımlarını yapan Mohsen Roshan ile ses tasarımını yaptık. Genç yeteneklerden olan Payam Azadi ile de uzun süren bir müzik besteleme sürecini yaşadık. Tahran’da fikir ve eleştiri almak için gösterdiğimiz herkes filmi çok beğendi. Final kurgu kopyamızı ilk defa Türkiye’de İstanbul Film Festivali’nde gösterdik. Eylül ayında da Ankara Film Festivali’nde göstereceğiz. Şartlar müsait olursa uluslararası prömiyeri Moskova Film Festivali’nde yapmayı planlıyoruz. Yıl sonuna doğru da vizyon düşünüyoruz. Filmde emeği geçen çok kişi var. Herkesin adını anamadım; burada huzurunuzda her birine tek tek teşekkür ederim.

https://www.haberturk.com/faysal-soysal-masum-degiliz-hic-birimiz-2789890

About the Author: admin

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir