https://ziftsanat.com/masum-degiliz-hicbirimiz/
Faysal Soysal, yeni filmi Ceviz Ağacı’nda (2020) etik alanındaki zor sorulardan birini soruyor: “Yapmadıklarımızdan da sorumlu muyuz?” Soruyu şöyle de kurabiliriz: Gerçekleşmese de potansiyel kötü bir eyleme niyetlenmek suç mudur? Mevcut kötülüğün karşısında tepkisiz kalmanın hükmü nedir? Ceviz Ağacı, taşrada sıkışıp kalanların, siyasetin acımasız çarkında öğütülmüş insanların, müntehir bir babanın ardından yarım kalmış bir oğulun hikâyesi… Bu yazıda, edebiyat metinlerine sıkça selâm gönderen Ceviz Ağacı filmini Dostoyevski’nin kötülük problemine yaklaşımı açısından okumayı deneyelim.
Filmin ana karakteri Hayati (Serdar Orçin), kasaba ahalisinin arasına pek karışmayan bir edebiyat öğretmeni ve ilk hikâye kitabıyla ödül aldıktan sonra yazma sürecinde tıkanan bir yazar. Eşi Yaprak’la (Sezin Akbaşoğulları) bitmenin eşiğindeki bir evliliğin gerilimini yaşıyorlar. Küçük bir çocukken babasını intihara götüren olayların iç yüzü, bu yaşına dek kendisinden saklanmış. Hayati, babasıyla ilgili sorularını çözememiş; huzuru kaçmış bir evlilikte iyice içine çekilmiş, defterine “Neden böcek bile olamıyorum?” yazan bir Yeraltı Adamı.
Çocukken dallarının hışırtısının kendisine ninni gibi geldiği, can dostu Ahmet’le (Ali Mert Yavuzcan) dallarına kurulan salıncakta göğe uzanırcasına sallandıkları ceviz ağacıyla Hayati arasında bir bağ var. Geçmişin travmasını hatırlattığı için annesi bahçedeki bu uğursuz, meyve vermeyen, küskün ceviz ağacını kestirmek ister; o ise gölgesinde büyüdüğü ağacın köklerini sular, dallarını budar. Ceviz ağacı sanki bu emeğe kayıtsız kalamaz ve nihayet bir gün sürgün verir. Hayati, ağaçtaki canlanmayı görür görmez coşkuyla annesine koşar ama annesini yerde hareketsiz bulur. Trajedi budur: yanı başında bir hayat filizlenirken bir hayat sönmektedir. Annesinin cenazesinin selâları duyulurken ceviz ağacı, Hayati’nin öfkesinden payını alır: Hırsla ağaca baltayı indirince baltanın keskin ucu sapından fırlayıp yere düşer. Ceviz ağacının eli, dili yok, ona hâl diliyle cevap veriyor; hikâyenin kişilerinden biri sanki. Hikâyenin evreleri arasında geçiş sağlayan bir unsur aynı zamanda.
Aşamadığı bir duvarın ardına kendisini hapsetmiş gibidir Hayati. İnsanlardan kitaplara ve yazıya kaçar. Canlılığı gitgide solmuş evliliğini kurtarmaya yönelik cılız çabaları sonuç vermez; ilişkileri iyice yıpranmıştır zira. Yaprak ise tayin vesilesiyle gelip evlendiği, geçici bir durak olarak gördüğü bu kasabada adeta boğulmaktadır; başlarda büyük bir şehre taşınacakları konusundaki sözünü tutmadığı için de kocasına kızgın. Hayati’nin kendi içinde çözemediği meseleleri onu hassas, tutuk, çekingen hâle getirmiş; karısının kimi haklı beklentileri karşısında onu -evin içinde dolaşan fareyi bile öldürmeyi beceremeyecek kadar- pısırık bir zavallı konumuna düşürmüştür. Karısıyla içinden çıkamadıkları gerilimler onun karanlık tarafını açığa vurur; Yaprak’ın ona değer vermediğini hissettirdiği zamanlarda karısını öldürme isteğinin onu yokladığına tanıklık ederiz. Aslında bunlar pişmanlıkla bertaraf edilen anlık dürtülerden ibaret girişimler. Karısını öldürme niyetinin açığa çıktığı sahneler, Yeraltı Adamı’nın başkasını öldüremeyen ama kendini yiyip bitiren aşırı hassas karakterinden izler taşıyor. Dostoyevski’nin anlayışına göre her insanın içinde iyilik ve kötülük potansiyeli vardır; zaten insanı insan yapan, özgür iradesi ve vicdanı sayesinde iyilikle kötülük arasında tercih yapma özgürlüğüne sahip oluşudur. Bu da yaptığımız her türlü eylemden bizi sorumlu kılar; peki, ya yapmamız gerekirken yapmadıklarımız? İşte film, bu meselede düğümleniyor; zira babasının intiharı da, Hayati’nin nihai seçimi de vicdani sorumluluk fikri üzerine kurulu.
Hayati, zifiri karanlık bir gecede, ıssız göl kenarında bir kadının öldürüldüğüne şahit olur. Hayati’nin cinayete müdahale edemeyişi ve sonrasında günlerce kendine gelememesi, hassasiyetinin dışavurumu. Yönetmenin “kim, hangi kadını, neden öldürmüş” gibi dedektiflik unsurlarını teğet geçerek hadisenin kontörlerini belirsiz bırakmayı yeğlemesi, filmin tür açısından polisiyeye yaslanmadığının işaretini veriyor. Vücudu yandığı için kimliği belirlenemeyen kurbanın, kısa süre önce evini terkettiğinden ortalıkta görünmeyen kendi karısı olabileceği ihtimâliyle Hayati şüpheli görülür; o ise masumiyetini ispatlamak yerine işlemediği bir cinayeti üstlenerek gidişatı değiştirecek bir hamle yapar.
Hayatı boyunca önemli kararlarını kendi iradesiyle vermemiştir Hayati; “Başkalarının benim için çizdikleri rolü oynamak işime geldi.” der. Aksadığı nicedir aşikâr görünen bir evliliği de yine o değil, karısı bitirir. Üniversite yıllarında âşık olduğu Rüya’ya hislerini açamamış ama onu unutamamış ve hikâyelerindeki kurmaca evrenine taşımıştır. Annesinin ısrarıyla evlenirken de Yaprak’la dünyalarının ne denli uzak olduğunu farkında değildir. Babasının trajik ölümünün ağırlığı altında ezilerek -Yeraltı Adamı ve diğer yalnız anti-kahramanların bir temsili olarak- o da hep eylemsizliği seçmiştir. Ahmet’in nişanlısı Serap’ın (Kübra Kip) hapisteyken ona getirdiği Baudlaire’in “Martı” şiirindeki martı gibi yaşamıştır hayatı; şiirdeki metaforda, güvertede tayfaların eline düşüp eğlenceliğe dönüşmüş martının (yani şairin) “ağır dev kanatları” uçmasına mani olur. Hayati de Serap’a itiraf eder: “Yıllarca uçamayışımın nedenini babamın yazgısına bağladım. Doğuştan ağır, çirkin kanatlarımı kaldırıp da uçmayı denemedim hiç.”
Hayati’nin babası 12 Eylül döneminde hapishanede yakın arkadaşının işkenceden öldürülmesi hadisesinin sıradan bir ölüm gibi örtbas edilmesine ses çıkarmadığı -yahut bunu engellemediği- için intihar etmiş bir gardiyan. Babasının intiharının vicdani bir yükten kaynaklandığını öğrenmek, Hayati için bir bilinçlenme sürecini başlatır. Babası rüyasında ona “Kıyamet günü insanlar sadece yaptıklarından mı hesap verecekler, yoksa yapmadıklarından da hesaba çekilecekler mi?” diye sorar. Bu soru, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki temel meselelerden birine dayanır. Romanda aşırılıklara düşkün baba Fyodor Karamazov, iki oğluyla para ve kadınlar konusunda sorunlar yaşamaktadır. Oğullardan, dürtüsel karakteriyle öne çıkan Dmitri, bir kavga anında öfkesine hâkim olamaz ve babasını öldürmekle tehdit eder. Romanda rasyonel aklın temsili İvan ise bu niyetini dışa vurmasa da baba Karamazov’un gayri meşru oğlu tarafından öldürüleceğini sezdiği hâlde bu cinayete göz yumar. İvan, aslında içten içe istediği ve gerçekleşmesini engellemediği baba katlinden sorumludur Dostoyevski’nin gözünde; çünkü niyetlerimizden sorumluyuz. Nitekim Hayati, hapiste kendisini ziyarete gelen Serap’a “Kötülüğün karşısında sessiz kalmak da kötülüğe ortak olmaktır.” der. Dmitri baba katili değildir ama mahkemede deliller aleyhine işler ve kürek cezasına çarptırılır;. İvan da bu suçunun bedelini en çok güvendiği gücünü, akli melekesini yitirerek öder.
Hayati’nin rüyasında babası ona “Bazı insanlar içlerinden geçenin bile hesabını vermek için acı çekerler.” demişti. İvan Karamazov gibi Hayati de niyeti yüzünden suçludur; karısını defalarca öldürmeyi dilediği için duyduğu vicdan azabıyla bedel ödemek ister; ayrıca kötülük karşısında sessiz kaldığı için de kendini sorumlu hisseder: “Şu hayatta gözümün önünde müdahale etmediğim neler olmadı ki?” Dostoyevski’nin kurgu evreninde hem Karamazov Kardeşler’de Dmitri Karamazov’un hem de Suç ve Ceza’da -sadece niyet taşıyan değil, taammüden iki cinayet işleyen ama derin bir pişmanlıkla dönüşüm geçiren- Raskolnikov’un sürgünle cezalandırılmaları, vicdanen acı çekerek arınmaları için birer fırsattır aslında; dahası, akıl yetisini kaybetmeye kıyasla ıslah edici bir yanı da vardır. Hapishanedeki sahnelerde Hayati, kendi iradesiyle verdiği kararı sayesinde içtenlikle gülümser; rahatlamasında ve yazmaya dair tutukluğundan kurtularak romanını tamamlamasında da suç-ceza-arınma üzerine kurulu bu diyalektiğin izlerini görmek mümkün.
Hayati, vicdanıyla hesaplaşmıştır; sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumlu olduğunun bilincine vararak değişimin işaretini verir. Bahçedeki ceviz ağacı da bu değişime, yeşillenmiş gümrah dallarıyla ve etrafına ekilmiş çiçeklerle umudu müjdeleyerek katılır.