Yapılması gereken, dosdoğru inkâr edildiği veya ertelendiğinde, katlanarak geriye yürüyen bir tehdide dönüşür yıllar akıp giderken. Apaçık konuşmak yerine örtbas edilen ise bazen bir rüyayla hatırlatır kendini bazen bir olayla.
Bir söz uğultusu, bir fısıltı dalgası, hiç bilinmeyen mümkün suçların korkusunu taşır bilinçlere. “Bir cinayet işlenirken neredeydim ben? Neyi yanlış anladım, nerede hata yaptım.” Hani, “Suçlu bendim, geç kalmıştım,” der ya Hızırla Kırk Saat’in anlatıcısı…
Hep denilir ki mesela, o kadar okudunuz da ne oldu, kitaplara gömülü yaşayanlar hayatla başa çıkamaz… Hayata derinlemesine nüfuzu asırlar üzerinden aşıranın söz, dil, sanat olduğu gerçeğinin keşfi ya saf bir yürek ister ya da ciddi bir kazıma çabası. Faaliyet için faaliyet, alkış için diplomalar… Suçluluk hissi: Söylenmesi veya üstlenilmesi gereken türlü korkularla ötelenirken, cinayet ortamı da pervasızlaşır. Sevilen, birkaç sözle kalabilecekken kayıplara karışır. Öylesine ağırdır ki gidişi, gölde cesedi bulunan kimliği meçhul kadın olduğundan şüphe duymaz el âlem.
Psikiyatri, yakın veya uzak atalarımızdan kalan faturaları ödeme baskısına bağladı travmalarımızı. Freud histeriden söz etmişti, Jung görünmeyen, “gölge” yüzümüzden. Niye atalarımızın borçları bize kalmalıydı ki? Manevi borçlar ödenmedikçe ağırlaşırken hasar bırakıyor benliklerde, konuşulmadan kesinleşen hükümlerin ağırlığı, yürekleri katılaştırıyor. Helalleşme bu nedenle de sağaltıcı.
Baş edemediğimiz korkuların ve iyileştiremediğimiz yaraların kökeninde binlerce yıllık aile/cemaat/grup aidiyetinin yaralı bereli hikayeleri var belki de… Faysal Soysal’ın Ceviz Ağacı (2022) filmi, kadın cinayetleri olgusunun üzerinden bu tür hikayelerin izini süren ilginç, önemli bir yapım.
Filmin baş karakterleri, edebiyat öğretmeni, aslında bütün isteği kitaplar yazmak olan Hayati ile kendisiyle aynı okulda çalışan resim öğretmeni eşi Yaprak’tır.
Annesi ağır hastadır kahramanımızın o günlerde. Bahçesindeki ceviz ağacı da bütün canlandırma çabasına karşılık gözlerinin önünde çürümektedir… Üstelik kendisi altı yaşındayken babasının intihar etmesinin sebebinin, darbe sırasında işkence görüp ölen arkadaşına yardım edemeyişi olduğunu öğrenmiştir. Böylelikle darmadağın olan ruh hali, Yaprak’ın onu aşağılayarak evi terk etmesinden sonra daha da bozulur. O günlerde kasabaya yakın bir gölde bulunan kadın cesedinin, nerede olduğu konusunda doğru dürüst bilgi alınamayan Yaprak’a ait olduğu düşünülür. Hayati de buna inanmış gibi yapar ve cinayeti üzerine alır. Hapse girmesi, babasının intiharına denk bir eylem olmalı. Ruh hali, “Tam o sırada neredeydim ben?” diye sorarak cinayetten kendini sorumlu tutmaya açıktır.
İlk kitabından sonra tıkanmasaydı, Yaprak gitmeyebilir miydi? Karısının, terk edip gidişinin ardından kasabalılar nezdinde suçlu ilan edilmesine seyirci kalmıştır ya; bu da bir tür cinayet, bir tür “recm” değil midir?
Zamanında üstlenilmemiş suç, giderek suçluluk hissine teşne, suçu üzerine almaya hazır bir eğilime yol veriyor. Biriken suçlar telafi edilmezse, nefes alınamayacak bir boşluk oluşmuştur benlikte çünkü. Hücre bu durumda bir şifahaneye dönüşüyor olmalı.