Yapmadıklarımızdan, Görüp de Ses Çıkarmadıklarımızdan da Mesulüz – Faysal Soysal

Türk sinemasının genç kuşak yönetmenlerinden Faysal Soysal’ın son uzun metrajı Ceviz Ağacı’nın festival yolculuğu devam ediyor. Yönetmen ile filmin ortaya çıkış sürecini ve senaryonun odağındaki şiddeti tüm yönleriyle konuşma fırsatı bulduk.

Üç Yol’dan sonra ikinci uzun metraj filminiz Ceviz Ağacı sinemaseverlerle buluştu. Kadına karşı şiddetin gündemde yoğun olarak yer aldığı bir dönemde, şiddeti çok farklı yönleriyle ele alan bir filmle karşı karşıyayız. Bize biraz hikâyenin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz?

İlk fikrin ya da hikâyenin ortaya çıkmasından filmin çekimine kadar çok uzun bir süre geçti. Yaklaşık 4 yıl senaryo ile boğuştum diyebilirim. Varlık yayınlarından çıkan Dünya Edebiyatında Caniler adlı bir kitabı bir sahaf dostum hediye etmişti. Orada karısını öldürüp gece karanlığında gömen bir kahraman vardı. Kitaptaki o kısım beni çok etkilemişti. 2014-2015 yıllarıydı. Srebrenitsa’da da bazı belgeseller çekiyordum. Hem Al Jazire’ye hem de TRT’ye. Üç Yol filmimdeki Hatice Mehmedovic karakterinin ve çevresinde soykırıma uğrayan diğer annelerin hayatlarını belgeselleştirmeye çalışıyorduk. Bir gün Saliha anne ile röportaj yaparken bir Sırp kadın gelip bize selam vermeye çalıştı ve gitti.  Saliha anne o kadının eski komşusu olduğunu, Sırp askerleri soykırım için geldiklerinde onlara Müslümanların evlerini gösterdiğini ve kendi çocuklarının, eşinin onun gözleri önünde öldürüldüğünü anlattı. Bu yüzden de selamını almadığını ve onunla savaştan sonra hiç konuşmadığını dile getirdi. Bu olay beni derinden etkileyen ve unutamadığım bir resim gibi kazınmıştı belleğime.

Senaryo üzerinde çalıştıkça bir adamın karısını öldürme fikri yerine, suçlu olmasa da ölen kişinin kimliği belli olmadığı için bundan yargılanan ve suçu kabul etmek zorunda kalan zayıf ve sinik bir karakter bana daha sevimli gelmeye başladı. Dünyanın gözü önünde gerçekleşen Srebrenitsa’daki soykırım ve Saliha annenin bahçesindeki o hatıranın bende kalan etkisiyle karaktere bir boyut daha katmaya karar verdim. Böylece Hayati, O Sırp komşu gibi, tanık olduğu bir cinayete sessiz kaldığı ve itiraz edemediği için kendine ceza veren pasif bir kahramana doğru evrildi. Belki de Türkiye aydının son yüzyılda tanık olduğu olaylar karşısındaki çaresizliğini ama vicdan yükünden dolayı da rahatsızlığını gösteren ve maça yenilgi ile başlayan pasif bir kahraman tasvirine ulaşmak istiyordum. O yüzden de Hayati’nin yaşadığı bu tecrübeyi sadece şimdiki zamanla kaim kılmak yerine bunu babasından aldığı tarihsel bir miras şeklinde tanımlama yoluna gittim. Böylece Hayati’nin meselesi bizim, yani Türkiye’nin meselesi olacaktı.

Senaryonun üzerinde çalıştıkça da Bir Adam Yaratmak oyunundaki Hüsrev’in, Tutunamayanlar’daki Selim Işık’ın, Korkuyu Beklerken’deki isimsiz kahramanın, Kafka’nın Gregor Samsa’sının, sonra daha yoğun olarak Raskolnikov’un, İvan Karamazov’un ve özellikle de Hasanali Toptaş’ın Sonsuzluğa Nokta’daki Bedran’ın bazı özelliklerinin ne kadar kaçsam da Hayati’nin bedenine ve ruhuna girip orada yer ettiklerini gördüm. Kimini kovmaya kimini de azaltmaya çalıştım yazım sürecinde. Azaldı, küçüldü de bazıları ama bir diğeri büyüyüp azalanların yerini işgal etti çoğu zaman.

Ceviz Ağacı, çocukluk travmaları ve mutsuz evliliğinin yükünü taşıyan, taşralı edebiyat öğretmeni, genç yazar Hayati’nin hikâyesine yoğunlaşıyor. Geçmişin yüküyle, toplumsal beklentilerin ağırlığı arasında bocalayan Hayati için edebiyat kaçış mı yoksa travmalarıyla yüzleşme-iyileşme alanı mı?

Evet, aslında Türkiye’nin meselesi diye tanımlamaya çalıştığım bir çukurun içinde Hayati. 20. yüzyıldaki Türk aydınlarının ve sanatçılarının meselesi ile aynı derdi ve ıstırabı yaşıyor. Hayalleri var, rüyaları var ama öyle bir geçmiş ve toplumsal baskı, beklenti ile karşı karşıya ki bağımsız olamıyor. Bunun yanı sıra verilen görev ve ödevleri de tam olarak yerine getiremiyor. Zira bunlar onun toprağına, mayasına yabancı ödev ve sorumluluklar. Sanatçı ve naif bir karaktere sahip olduğu için çok az şeyle organik ilişki kurabiliyor. Atay’ın eserlerindeki Türk aydınında da aynı yabansılık, çemberin dışında olma halini hep görürüz.  1. Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için yenik sayılmış ve bu yenilginin faturasını çarpık bir batılılaşma, uygarlaşma ile ödemek zorunda kalmış; ne doğuya ait kalabilmiş ne de batılı olabilmiş bir aydın kimliğinden bahsediyorum. Gelenek ile bağını koparan, başta Türk alfabesinin değişimi olmak üzere, diğer inkılaplara rağmen Türk edebi birikimi, özellikle de Türk şiiri o kadar güçlü ki, bütün bu modernlik hesaplaşmaları ülkemizde bir tek bu alanda verilebilmiş. Haliyle Hayati de burada, bu güvenli alanda soluk alabiliyor, bir tek burada biraz kendi olabiliyor. Yazdıkça belki iyileşecek ama şimdi o da Oğuz Atay’ın memleket meselesi gibi, Selim Işık gibi tutunamayışın bedelini ödemekle mükellef. O yüzden tutuk, iktidarsız, yaralı ve babasız… Yazarsa, yaratırsa, doğurabilirse iyileşecek tabii. Öncelikle kendisi iyileşecek, sonrasında ise eserlerine ulaşabilirsek belki biz de iyileşeceğiz.

Ceviz Ağacı, toplumun kılcallarına kadar uzanan şiddetin çok da konuşmadığımız bir yüzüne odaklanıyor: Birey olarak her birimizin (belki şiddeti eleştirenlerin de) bu şiddetin bir parçası olduğumuza, onun çoğalmasına isteyerek veyahut istemeden katkıda bulunduğumuza. “Masum değiliz hiç birimiz” mi diyor Ceviz Ağacı bize?

Evet, tam olarak bunu söylüyor. En fazla şiddete karşı olduğunu söyleyenler, genelleştirmemek kaydıyla; bazı politikacılar, bazı gazeteciler, bazı feministler, bazı dindarlar, bazı Türkçüler ve diğer etnikçiler, bazı Kemalistler ve bazı  diasporacılar… Bu isimlere takılmadan kısacası diline ahlakı, şiddeti, hırsızlığı, haramı en çok dolayanlar… Bunları yegane mesele bilip başkasını yargılamaya çalışanlar, ahkam kesenler vs… Aslında bilerek ya da bilmeyerek artan toplumsal şiddete odun taşıyorlar. Ama Hayati gibi kenara itilmiş, erkekliği ve gücü geçmişin yükü ya da anın beklentileri yüzünden elinden alınmış, toplumun en zayıfı, en fakiri, en garibanı bir karakter ise merhamet duygusunu hala kaybetmediği için hepimizin günahını, suçunu göğüsleyebilir, bizi arındırabilir. Yeter ki bir an gelip de iradesini gösterme cesaretini yakalasın ve kaderin ona çizdiği bu kısır çemberin kendisi için bir ceza değil belki de lütuf olduğunu kavrayabilsin. Bizde bir ezber vardır ya, hemen biri çıkıp da, hele o da eline gücü ve otoriteyi geçirsin kısa zamanda eleştirdiklerine benzer, diye atlayabilir.  Kim bilir? Ama yine de ben bu determinist yaklaşıma kendimi yakın hissetmiyorum. Hayati’nin herkes gibi günahları, hataları var doğru ama yine de onda böyle bir özelliğin ortaya çıkmasını arzu etmek fazla pesimistlik olur. Sanatta peki bu moda mı? Evet ama ben oldum olası modadan hazzetmem. Kaldı ki onun eleştirdiği otorite ya da iktidar değil ki! O kendini ve kendi yazgısını sorguluyor. Bu yönüyle de klasik darbe ve sistem karşıtı filmlerden ayrılıyor. Ceviz Ağacı, başka bir yerden empati kurarak şiddet uygulayıcılarını aynaya bakmaya çağırıyor. Bakın gelecek nesli ve çocukları ne hale getirdik diye özeleştiri yapmaya çağırıyor. İnkar etsek de sebepler dizsek de en azından ‘değdi mi?’ diyerek herkesin vicdanında bir leke bırakmak istiyor.

Filmde şiddet ile iktidarı/ güç arzusunu, aynanın iki tarafı olarak izliyoruz. Devletin uyguladığı şiddet ile gündelik hayatımızda sinsice sızan simgesel şiddetin kesişme noktası ise “Erkeklik miti” olarak öne çıkıyor. Hayati’nin “iktidarsızlığı”nı, şiddeti meşrulaştıran bu erkeklik mitine reddiye olarak görebilir miyiz?

Hatırlarsanız her şey başına yıkıldıktan ve kendisi de ilk defa başka biri olup Yaprak’tan kalanlara saldırdıktan sonra “kulübe”ye sığınıyor ve şöyle bir şey yazıyor defterine Hayati: “Zayıf olanın yaşamaya hakkı yoktur. Güçsüzler Tanrı’nın onlara verdiği süre boyunca yaşar ve ölürler.” İlk defa Hayati böyle güç ve iktidar kokan, tırnak içinde erkeksi bir cümle yazıyor. Sonra da belki ömründe kimseye zarar vermemiş zayıf, güçsüz Hayati kendinden zayıf olan bir kelebeği öldürüyor. Birazdan tanık olacağı ve hiç tanımadığı bir kadının (zayıf) hiç tanımadığı bir erkek (güçlü) tarafından öldürülmesinden hemen öncedir bu. Yazgı ya da Tanrı onu bu şekilde sınıyor şeklinde de bakabilirsiniz olaya. Sonuçta Hayati’nin defterine yazdığı mesele Darwinci pozitivist bilim anlayışının yüzyıllardır dünyaya hakim etmeye çalıştığı ve Tanrı’yı oyundan çıkardığı anlayıştır. Oysa ki bizzat yine Batı’dan Baudlaire’in öncülüğünde ortaya çıkan modern şiir, bizzat bu pozitivist bilim anlayışının iktidarını sürekli sorgular. Adeta, bilimin ve gelişen teknolojinin şafağında gittikçe küçülen ve bir hiç değerine indirgenen insana ağıt olsun diye, kötülük çiçeklerini serper ruh dünyamıza. Filmde, İsmet Özel üzerinden Baudlaire’e ve onun Albatros şiirindeki şaire/ozana gönderme yapmamız da bu yüzden. Dünyanın bir küçük hali olan bu kasabada yasa haline gelen güç-erk ve güçlü-erkek anlayışına ve yasasına uygun yaşamıyor-yaşayamıyor Hayati. Çünkü bir sanatçı olarak Şiir Okuma Kılavuzu’nda tanımlanan biçimiyle “bir şeyi eksik bir şeyi fazla” olan şair sınıfından. Eksiği, toplumun ondan ve herkesten, özellikle erkeklerden/güçlülerden beklediği tepkiyi yani şiddeti göstermiyor/gösteremiyor oluşunda. Fazlası ise, küçücük bir olay karşısında bile tepki gösteremese de kendini toplumun her ferdinden daha fazla duyarlı ve sorumlu hissetmesi, bunun sonucunda da kendini yaralaması.

Niye tepki gösteremiyor peki?

Babası hiçbir açıklama yapmadan intihar edip ona miras olarak kurumuş bir ceviz ağacını ve o son geceyi bıraktığı için. Baskıcı bir annenin güdümünde babasız bir çocukluk geçirdiği için. Sevdiği kıza hiçbir zaman açılamayıp onu kaybettiği için. Toplumun ve çağın peşinden koştuğu gücün ve iktidarın özelliklerini kendinde göremediği ya da onları değersiz bulduğu için. Dışarda konuşulan dil, içindeki şiirsel sese yakışmadığı, onunla çatıştığı için. İşte bütün bunlardan dolayı, isteyerek veya istemeyerek bütün güç ve iktidar öğelerinden uzak duruyor, sesini kısıyor. Sadece kendine konuşuyor ta ki onu dinleyecek bir kulak bulana kadar.

Ceviz Ağacı odağını, erkeklerin şiddetinden, aslında belki erkekleri daha fazla ezen ve toplumsal olarak inşa edilen “erkeklik şiddeti”ne kaydırıyor. Hatta şiddetin kadın kurbanı olan Yaprak’ın bile Hayati’yi iktidarsızlığından ötürü suçlamalarında, bu “erkeklik” söylemini kullandığını görüyoruz. Bir biçimde hepimiz bu söylemin kurbanı mıyız yoksa hiç fak etmeden kullandığımız gündelik dil ile azmettirici rolü mü üstleniyoruz gizliden?

Kibir, kadın olsun erkek olsun insanoğlunun var oluş tarihinden beri en büyük günahların başında gelir. Yani büyüklüğe, dildeki belki de yanlış tabirle erk(ek)liğe hasretiz aslında. Hem büyük olduğumuzu anladığımızda onu iştahla daha da büyütmek isteriz hem de zayıf olduğumuzu kabüllendiğimizde bir büyüğün gölgesinde olabildiğince küçülmek ve o gölgeyi büyütmek isteriz. Kendimize ait bir emniyet ve güvenlik alanı oluşturmaktır gaye. Yani konumumuza ve makamımıza ölmeyecek gibi kazık çakmaktır temel gayemiz. Dikkatli bakarsak Adem’in ilk çocuklarından olan Kabil’den beri bütün peygamberlerin insanları kibir hastalığından kurtarmak için geldiğini görürüz. Hatta şeytanın isyanında bile kibir vardır. Bütün canlıların belli bazı özelliklerle yaratıldığı muhakkak; hiçbiri diğerine eşit değil, ama hiçbiri de diğerinden üstün değil aslında. Üstünlük takvada denir ama bunun ne olduğunu düşünmeyiz. Bu ibadet etmekten/yapmaktan çok farklı aslında.

İnsan, Hayati’nin babasının ona miras bıraktığı felsefedeki gibi yapmadıkları/yapamadıkları ile özel ve biricik hale geliyor. Zira insanı yaptıkları ile hayvandan ayırmak pek de mümkün değil aslında, gerçekte bir insan yapmadıkları ile hayvanlardan ve diğer canlılardan ayrılır. Canlılar olarak yaptıklarımız aslında temelde benzer şeyler. Oysa irademizle, bile isteye yapmadıklarımız; mesela bizden zayıf birini ezebilecekken bundan sakınmamız, tam onaylanacakken bir paradan ve ihaleden başkasının hakkına geçiyoruz diye vazgeçmemiz, fesat ve fücur kokan ortamlara yaklaşmamız vb… Bütün bunlar bizi insan olarak diğer canlılardan ve dahi diğer insanlardan ayrı bir konuma taşır. O yüzden yapmadıklarımızdan, görüp de ses çıkarmadıklarımızdan da mesulüz. Belki de bizzat onlardır bizi hakikate yaklaştıran. Bu arada filmin finalinde Hayati’nin ölümüne ses çıkaramadığı kadının Yaprak olmadığın fark etmişsinizdir sanırım. Finale gelene kadar deliller Hayati’yi gösteriyor ama onun yapmadığını anladığımızda katilin de kadının da aslında kim oldukları önem taşımıyor artık. Önemli olan yaşadığımız çevrede zayıf bir canlının görece olarak ondan daha güçlü bir canlı tarafından zulüm gördüğünde bizim sesimiz çıkmıyorsa, bir şey yapmıyorsak bunun bir bedelinin olacağı…

Her birimizin gündelik hayatında, mesela o kasabadaki kahvehanede, hatta belki kadın günlerinde, iç içe olduğumuz, sıradanlaştırdığımız şiddetle yüzleşmemizi öneriyor bize film. Burada katilin kim olduğuna odaklanılmamasını, şiddetin anonimliğinin bir sembolü olarak mı düşünmeliyiz?

Şiddet tarih boyunca var. Tıpkı sevgi gibi. Bizler insan olarak şiddetin yerine sevgiyi ikame etmek için türlü yöntemler, icatlar üretmişiz. Tanrılar, dinler, ideolojiler, teknolojiler keşfetmişiz; yetmemiş diğer insanlar da mutlu ve sevgiyle yaşasın diye onlara da yaymışız. Onlar da kendi inandıklarını yaymaya çalışmış. Bu da yetmemiş; tam da bu sevgiyi ve güzeli yaymak için birbirimize şiddet uygulamışız. Bu sadece farklı dinler ve ideolojiler arasında olmuş değil, bizzat aynı dinin ve ideolojinin içerisindeki kardeşler, kardeşleri boğazlamış.

Şiddet dikkat ettiğimizde aslında bir canlının kendisinden daha büyük bir varlığı ya da nesneyi (siz buna Tanrı diyebilirsiniz, bir başkası baba ya da devlet ya da ceza hukuku diyebilir, vs.) tanımadığı, ondan sakınmadığı ya da başkasının vereceği cezadan korkmadığı bir boşluk anında insan doğasında gelişir ve ruhu kaplar. İnsan gök ile yer arasında yaratıldığı için ruhunda hem sevgi hem şiddet mündemiç. Tabii ki sevgiyi ve iyiliği ortaya çıkarmak emek, gayret ve özveri ister. Şiddet gösterme yolunda yardımcılarımız (şeytan, nefs, akıl) daha fazladır. Bizler bazen şiddet göstermesek de fark etmeden onun bir parçası olabiliyoruz. İvan Karamozov babasını öldürmedi ama hep öldürmek istedi. Tıpkı Hayati’nin Yaprak’a karşı duyduğu his gibi. Sırf bu histen dolayı o da Karamazov gibi kendini suçlu hissediyor.  Zira bir kadının öldürülüşünü seyretti. Belki de başta bundan zevk duydu, o yüzden tutuktu.  Raskolnikov o tefeci kadını öldürdü. Birçoğumuz içimizden iyi etti demişizdir. İşte bu iyi etti dediğimiz an biz de Hayati ve Karamozov ile aynı kefeye düşüyoruz. Zira bir şiddeti izliyoruz ve ona itiraz geliştirme, engelleme yerine içimizden onaylıyoruz. Bugün yaşadığımız sıcak yuvalarımızda, haber izlerken bazen Roboski’deki çocukları, Suriye savaşından kaçan çaresiz mültecileri, Yemen’de açlıktan kırılan milyonlarca çocuğun halini, Afrika’daki fakirliği görüyoruz. Bir tuşla birinden diğerine geçiyoruz. Bu yönüyle şiddetin adresi tabii ki yok.

O kasaba izlediğimiz dünyanın küçük bir prototipi. Kasabadakiler ne kadar istese de ya da seyirci olarak biz ne kadar öyle adreslendirmek istesek de Hayati katil değil, maktul de Yaprak değil ama vicdanımızda her gün görüp de ses etmediğimiz her tür şiddetin yankısı var orada. Vicdanımıza dönerek onu bulmak ve anlamlandırmak bizim görevimiz.

İsmet Özel bir söyleşisinde, atom bombasına maruz kalmış bir kızın karnında atom bombası olduğunu iddia etmesinin, bir insanın bu duruma verebileceği en sağlıklı tepki olduğunu söylüyordu. Hayati’nin çevresince sürekli suçlandığı “korkaklık, pısırıklığı”, erkeklik görevine verdiği doğal bir tepki mi?

Zaman zaman böyle de düşünebiliriz, haklısınız ama aslında Hayati de herkes gibi kendini, ilişkisini onarmak istiyor. Gayret de ediyor ama birçok durumda olduğu gibi beceriksizliğiyle kalıyor. Serap ile son defa görüştüğünde bunu itiraf ediyor aslnda bize. Başkalarının onun için biçtikleri rolü oynamanın işine geldiğini söylüyor. Bu onun da her insan gibi özünde kibre ve günaha meylini gösteriyor bir bakıma. Hayati’yi her ne kadar finalde İsa gibi  kendini kurban eden bir kahraman olarak görüyorsak da aslında karakteri yazarken onu hep gri bir film karakteri hatta antikahraman olarak çizmeye çalıştım. Yanlışları da var doğruları da. Yanlışları ve eksikleri daha fazla hatta. Yaprak da aslında böyle. Kimse Yaprak yanlış yapıyor diyemez. Onu dinlediğimizde hak veriyoruz.

Hayati’ye dönecek olursak, o zayıf, sinik karakter her şey darmadağın olunca yakıyor, yıkıyor, kelebeği öldürüyor. En yakın dostlarına haber vermeden kayboluyor vs. Yine de bu, anlık geçici bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Yaptıklarından pişmanlık duyuyor. Ölü bir ağacı bile kesemiyor, baltanın sapı düşüyor. Bir çiviyi bile çakamıyor, bir tüfeği tetikleyemiyor o yüzden buralarda aslında erkeklik görevine doğal bir tepkisizlik ya da onu kabulleniş yok.  Verdiğiniz örneğe çok güzel uyan tepkisi aslında cinayetle ilgili suçlamaları kabul etmesinde var. Tıpkı Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesindeki isimsiz kahramanın verdiği tepki gibi. Ceset tanınamıyor. Yaprak ile Murat gitmiş. Hayati kasabada herkesin diline düşmüş. Evde yangın çıkmış. Gölde fotoğraflar ve kimlik bulunmuş. Görüntüde bütün deliller elde yani. O da bu dediğiniz tepkiyi tam o zamanda veriyor, ‘Evet, ben öldürdüm.’ diyor. Önemi var mı kimin öldürdüğünün? Zaten okuduğu gazetede katilin arabasında intihar ettiği haberi de var. Onun Murat olmadığı da belli. Ahmet onu bulacak, Yaprak’ı da bulacak. Hayati de çıkacak o delikten ama onun umurunda değil bu. Bir bedel ödemek istiyor Hayati. Hepimiz adına.  Yapmadıklarımız ve ses çıkarmadıklarımız adına bir bedel. Dolaylı bir ders bu bize…

Hayati’nin iyileşmesi aslında darbe döneminde sessiz kalan ve sonrasında bu yükü taşıyamadığı için canına kıyan “Baba’sının suskunluğu”yla yüzleşmesiyle başlıyor. Bu bağlamda filmde, toplumsal ve bireysel şiddetin kaynağı olarak, darbe dönemlerinin merkezi bir noktaya oturduğunu söyleyebilir miyiz? Babalarımızın bedeli ödenmemiş sessizliklerinin kurbanı mı Hayati? Ya da şöyle soralım: Uçmasına engel olan dev kanatları nedir Hayati’nin?

Savaşlar, darbeler, soykırımlar… Etkileri ve travmaları yıllar süren büyük olgular. Bunlar hem toplumsal hem de derinlerde gizli gizli söylediğiniz gibi bireysel şiddetleri besliyor. Bizim gibi Orta Doğu toplumlarına baktığımızda aslında bireysel şiddetlerin birçoğunun geçmişten kalan, ödenmeyen hesaplardan kaynaklandığını söylemek mümkün. Hepsi olmasa da büyük kısmı oradan kendine yol bularak gün yüzüne çıkıyor. Hayati’ye geldiğimizde ‘babasının ödenmemiş sessizliğinin kurbanı mı?’  Hem evet hem hayır. Bu iki uçlu durum, filmin hikâye yapısında sık sık karşımıza çıkan belirsizliklerle de özdeşlik taşıyor bir bakıma.  Hayati babası gibi intihar mı etti? Hem evet hem hayır.  Yaprak Murat’la gidince mutlu oldu mu? Hem evet hem hayır. Hayati babasının ona bıraktığı kader yazısının dışına çıkabildi mi? Hem evet hem hayır. Hayati bir kurban, evet, çünkü babasının hiçbir açıklama bırakmadan intihar etmesi ve onu bir başına bırakması, geleceğini -tıpkı ceviz ağacında olduğu gibi- kurutuyor. Orada babasının ipe astığı aslında bir yandan da Hayati’nin bütün güç öğelerini de sembolize eden erilliği, cesareti, özgüveni, konuşma yeteneği vs… Bu yönüyle babasından kalan bu miras Albatros’un ağır kanatları gibi onda büyük bir yük ve uçmasını engelliyor. Hayati bir kurban mı? Hayır, çünkü uçan bütün kuşlar özgürlüğe uçmuyor. Pisliğe, hırsızlığa uçan kuşlar da var. Belki de hakikate ancak bu ağır kanatlarla uçabilecek Hayati. Yeter ki bundan utanmayıp kanatlarını çırpsın. Yine burada Atay’ın Türkiye’nin yaralı ruhuna ait tasvirlerini hatırlayacak olursak ironik bir şekilde aslında babanın bıraktığı bu miras; yani zulüm karşısındaki sessizlikten dolayı duyulan vicdan azabı sonucu intihar mirası, Hayati’ye aslında bir çıkış yolu sunuyor. Bunu öğrendiğinde Hayati, bütün zayıflığının, sinikliğinin, güçsüzlüğünün, iktidarsızlığının altında nasıl bir gücün, onurun, izzetin ve şerefin yattığını da keşfediyor. Sanatçı olarak, insanlık adına hep peşinde olduğu şey zaten bu değil miydi? İşte bu çirkin kanatları sevip onlarla uçmayı denediğinde farklı dünyalar keşfediyor Hayati. Bizden, kasabadan, kadın-erkek, büyük-küçük, güçlü-zayıf isimlendirmelerden uzaklaşıp daha hakikatli bir yerden tanımlama yapıyor.  Filmin finalinde, Serap onun yazdığı kitaptan bize bir bölüm okuyor.  İş işten geçtikten ve sadece izleyici konumunda kaldıktan sonra gerçek katil yakalanıp cezalandırılsa ne olur? Çocuklarını kaybeden annelerin acıları diner mi? diye hepimize soruyor aslında. Benim Srebrenitsa annesi Hatice Mehmedovic’ten duyduğum bir cümleydi bu.  Ben de Hatice anneye “Miladiç’in asılması sizi teskin eder mi?” diye sormuştum. Çocuklarımı geri getirmez ki bu, demişti…

Üç Yol filminde olduğu gibi bu filmde de “rüyalar”, karakterin gelişiminde önemli bir rol oynuyor. Hayati’nin iktidarsızlığı, babasıyla yüzleşmesi rüyalar aracılığıyla oluyor. Rüya sinema için ne anlam ifade ediyor sizce?

Aslında neredeyse bütün filmlerimde gerçeküstü öğeler ve rüyalar var. Elle tutulan, sabit ve hazır fikirlerden, sanatın hayatın bir aynası olduğu fikrinden, minimalizmden çok hazzetmem. Basit ve yalın yaşamayı tercih ederim hayatta, orası başka. Budala Mişkin’e de dışardan bakarsanız çok yalın yaşıyor dersiniz ama içerde ne oluyor? Ben orayı merak ediyorum. Yani insan ruhunun ve karakterinin gizli noktaları daha çok ilgimi çekiyor. Oraları bulup keşfetmek aklın ve zekanın güdümündeki imkânlarla gerçekleşmiyor çoğu zaman. Zaten bu yüzden, düzyazı bütün beklentilerimizi karşılayamadığı için şiire başvurmuyor muyuz? Sosyoloji, felsefe, dini metinler bazı konularda açlığımızı gideremediği için sanata sığınmıyor muyuz? Benimki de böyle bir şey. Yani hazır, verili hikâye anlatımı, gerek Aristoteles’ten bize kalan yapı gerekse modern dönemdeki tecrübelerle farklı boyutlar kazanan anlatı matematiği bana çoğu zaman ruhsuz, hazır bir reçete gibi geliyor. İçimdeki duyguları onlarla karşılayamadığımı görüyorum. O yüzden bilinçaltına daha fazla nüfuz edebilen ve Tarkovski’nin, Bergman’ın ve Parajanof’un filmlerini biricikleştiren rüya sekanslarını tercih ediyorum.

Tabii bu yöntemi çok fazla tecrübe etmek de bugün geldiğim noktada bazen fazla ezberci ve tekrar geliyor bana. Bu sebeple aslında Ceviz Ağacı’nı yazarken kendime şöyle bir söz vermiştim; bu filmde rüya sahnesi olmayacak! Gel gör ki sinemada doğrudan-göstermeci bir dili sevmediğim için Hayati’nin iktidarsızlık probleminin çözülüşünü ancak bu şekilde tasvir edebildim. Aynı şekilde sinemada flashback’i de pek sevmem. Hayati’nin çocukluğundaki o travmayı diyalogla da geçiştiremezdim. Bu sebeple rüya ve flashback arasında bir yöntem keşfettim, ki sanırım Türk sinemasında o sekansın bir benzeri yoktur. O sekansın sonunda somut olarak açıklayamayacağımız, ancak rüya mantığına başvurduğumuzda bizim için anlamlı olabilecek bir detay vardır mesela. Babasının kendini astığı ip, kapının girişindedir. Polisler gelmeseydi Hayati kendini asacak mıydı? Orada ne işi var onun? Bilmiyoruz ama çağrışımları bizi alıp götürür.

Filmin bir şekilde merkezine yerleşen ceviz ağacının, Hayati’nin çocukluk travmalarıyla iyileşme sürecinin sembolü olduğunu görüyoruz. Neden ceviz ağacı? Özel bir hikâyesi var mı bu güçlü motifi seçmenizin?

Öncelikle Cem Karaca’nın ceviz ağacı şarkısını çok severim. Nazım Hikmet’in şiirinden bestelenmiştir biliyorsunuz. Halk arasında ceviz ağacı ile ilgili bazı inançlar vardır. Mesela dibinde fazla oturmanın ve uyumanın tavsiye edilmediği yaygındır. Zehir saçtığına inanılır. Yine bir diğer inanç da Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Kuş kitabında geçer. Ceviz ağacının gördüğü şeyleri unutmadığına inanılır. Ezberler ve gövdesine kaydeder, denir. Bizim ceviz ağacı aslında Hayati’nin asla unutamadığı, peşini bırakmayan, babadan kalma bir yazgıyı nakşetmiş bedenine. Kendini de bununla kurutmuş böylece. Hayati, işte o yazgıyı, yani kendi üzerine de sinen, kemiklerinde ve ruhunda sürekli hissettiği yazgıyı söküp atmak istiyor sürekli ama bunu Çehov formülüyle yapmıyor. Yani gösterilen tüfek patlayacak diye ağacı kesmiyor. Tersine  o ağacı yeşertmeye çalışıyor. Ağaç eğer tomurcuk verirse demek ki bedenindeki o ağırlıkları sindirmiş olacak ama yaşanan bir şey nasıl havaya karışmıyor ve unutulmuyorsa Hayati’nin de peşini hiçbir zaman bırakmıyor bu yazgı. Öyle ki Hayati de tıpkı o ağaç gibi her şeyi sadece izleyip bedenine kaydediyor ama bir tepki vermiyor. Ne zaman ki bir tepki verebilecek, en azından şahidi olduğu bir cinayetten dolayı kendi vicdanını teskin etmek için bir  mesuliyet ve ceza almayı göze alacak, işte o zaman bir ödül olarak ceviz ağacı da gülümsüyor ve diriliyor.

Ceviz Ağacı aynı zamanda ilk Türk-İran ortak yapımı film. Bize biraz filmin yapım sürecinden de bahsedebilir misiniz ?

Filmin senaryosu için birçok arkadaşımdan danışmanlık desteği aldım. Hazır olunca da kast çalışmasına başladık. Hayati karakteri için Serdar Orçin’i bulunca diğer oyuncuları bulmak daha rahat oldu. Mekân araştırmalarına başladık. Ömer Kavur’u çok sevdiğim için onun Akrebin Yolculuğu’nu çektiği mekânların filme çok iyi uyacağını düşündüm. Sekans plan çekimlerinde ve ışıkta çok iyi bir görüntü yönetmeni bulmaya çalışıyordum. Vedat Özdemir ile çalıştık ve çok memnun kaldım.

Sinema yüksek lisansımı Tahran Sanat Üniversitesi’nde yaptığım için orada sinema camiasından çok güzel sanatçılarla tanışmış ve arkadaşlıklar kurmuştum. Filmin çekimleri bitince, post prodüksiyon desteğine ihtiyacım oldu. Yapım öncesinde Avrupa fonları ve festivalleri ile maalesef başarılı bir ilişki kuramamıştım. Bir tek Kosova Film Festivali’nden en iyi proje ödülü almıştık. İran’da Farabi Sinema Kurumu ortak yapım desteği açınca oraya başvurdum. Senaryoyu çok beğendiler ve sanırım Fransız bir yapımdan sonra ilk defa bu film ile ortak oldular. İran’ın ekonomik durumundan dolayı nakit para vermek yerine post-prodüksiyon aşamasında dilediğim sanatçılarla çalışmayı teklif ettiler. Farabi adına Ali Noori Oskouei ortak yapımcım oldu ve oradaki post-prodüksiyon sürecini yönetti. İran sinemasının en iyi kurgucularında olan Mostafa Khergepoush ile çalışma fırsatı elde ettim ki benim için çok önemli ve verimli bir deneyimdi. Mehrcuyi’nin de, filmime benzeyen Armut Ağacı‘nı o montajlamış zamanında. Yine Makhmelbaf ve Hatemikiya gibi büyük yönetmenlerin filmlerinin ses tasarımlarını yapan Mohsen Roshan ile ses tasarımını yaptık. Üç Yol’da beraber çalıştığımız ve Farhadi dahil en önemli yönetmenlerin filmlerinin renk tasarım işini yapan Hootan Haghshenas ile çalıştık filmin rengini. Genç yeteneklerden olan Payam Azadi ile de uzun süren bir müzik besteleme sürecini yaşadık.

Tahran’da fikir ve eleştiri almak için gösterdiğimiz herkes filmi çok beğendi. Avrupa seyircisi için henüz bir şey söylemek erken. Film, marketlerde çok az kişiye gösterildi, güzel geri dönüşler aldık, ancak henüz uluslararası prömiyer yapmadık. Çalışma kopyası ile Venedik’in Shortlist’ine seçilmiştik geçen yıl ama Türkiye’den hiçbir film almadılar. Bu yıl da malum pandemi bütün uluslararası festivalleri tepetaklak etti. Final kurgu kopyamızı ilk defa Türkiye’de İstanbul Film Festivali’nde gösterdik. Eylül ayında da Ankara Film Festivali’nde filmimiz izleyici ile buluştu ve son olarak Adana Altınkoza Film Festivali’nde gösterildi. Şartlar müsait olursa uluslararası prömiyeri Moskova Film Festivali’nde yapmayı planlıyoruz. Yıl sonuna doğru da vizyon düşünüyoruz. Filmde emeği geçen çok kişi var. Herkesin adını anamadım; huzurunuzda her birine tek tek teşekkür ederim.

Kaynak: TSA

About the Author: admin

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir